ÇIĞLIK

ÇIĞLIK Seher Vakti, şehrin semalarına doğru, insanın içini duygulandıran 'ETKİLİ ve DOKUNAKLI' bir ezan sesi ile uyandım

ÇIĞLIK

Seher Vakti, şehrin semalarına doğru, insanın içini duygulandıran “ETKİLİ ve DOKUNAKLI” bir ezan sesi ile uyandım. Yatağımdan doğruldum. Sabahlığımı üzerime geçirdikten sonra, balkona çıktım. Gökyüzüne baktım. O zamana kadar fark etmemiştim. Uzaktaki belli belirsiz camii minarelerinin ruh hâlini...

“Bu ezanlar – ki şahadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
O Zaman Vecd ile bin secde eder – varsa taşım;
Her cerihamdan, İlâhi boşanıp kanlı yaşım,”

Şâirin mısraları, sağduyum ve gün doğusundan hafif esen rüzgâr daldan dala “SAADET ZİNCİRİ” oluşturuyordu gönül bahçemde... Ve ben de çocukluğuma yaslanarak hayal alemine daldım. Kuş cıvıltıları, horoz sesleri, çocuk sesleri derin ve dinlendirici maviliklere doğru bir UÇURTMA, ÖZGÜRCE topraktan aldığı enerjiyle gökyüzünde kızıl bir mum ile dans edercesine süzülüyordu narin ince edasıyla... O an COŞKU İle HUZUR veren bir ülkede yaşamanın hazzı ile karışık duygularla debelenirken içimi UTANÇ kapladı. İçimde ki sakladığım emanetten kurtulmak, yırtıp atmak istedim. Göz pınarlarımdan “MAVİ İNCİLER” aktı. Ve, ben ağladım. Niçinsin ağlayışlarla… Benimle BİRLİKTE gökyüzü de ağlıyordu. İnadıma; bardaktan boşanırcasına yağıyordu.

Beni bestele diyordu yağmur.
**

Seher Vakti, şehrin semalarına doğru, insanın içini duygulandıran “ETKİLİ ve DOKUNAKLI” bir ezan sesi ile uyandım.

O sabah seherinde bir alay güvercin balkona hücum etti. Ekmek kırıntılarıyla açlıklarını gideriyorlardı. Sokağın sonundaki bahçede bir kadının kolunun altında ki seccadesi ve elindeki bir tas ile güvercinlere, kedilere, tavuk ve diğer hayvanlara o gün ki yemişlerini veriyordu. Sonra, kadın kıbleye döndü.

Namaza durdu. Bitirdi ve doğaya GÜLÜMSEDİ..

RÜYADAN uyandım. Saatler bir birini kovalamaya başladı. Günlük rutin işlerin arasında kendimi unuttuğumu ve O ses ve görüntü gün boyu sürdü. Ve o derece heyecanla doldu ki bu hissi ve fikri faaliyet karşısında dizlerimde takat kalmadı.

Beynimi kemiren sesten bir an kurtulurum diye koştum. Ve ayağım tökezledi yere yığıldım. İçimde ki canavardan kurtulmalıydım. Beynim yorulmuştu. Boşluğa bakar gibi hayatımdaki yapı taşlarıma bakıyor ve tırmanıyordum yokuşu...

Artık, kurtulmak istiyorum…

Ey Allah’ım söyle bana niçin? ...

Bakamıyorum, Göremiyorum, Fark edemiyorum…
-“ Ne yapmalıyım”. -“ Nereye gitmeliyim”.
Ben ülkemde ülkem insanlarıyla “IRK, DİL, DİN” ayırımı yapmaksızın yaşamak istiyorum. “DON KİŞOT” gibi yaşamaktan bıktım. “ATATÜRK” gibi... “MEVLANA” gibi, “YUNUS” gibi, “FATİH” gibi, “MEHMET AKİF” gibi, yeniden doğmayı öğrenmek istiyorum. SAĞDUYU aşılamak istiyorum. Çığlık attım.

Öyle bir çığlıktı ki yanıma gelenler bu aşkın yolculuğunun sonunu bilemediler... Ve ben hayâl âleminden uyandığımda Beşiktaş’ta
“ YAHYA EFENDİ” ile sohbette “KAHRAMAN ORDUMUZA” dua ediyordum. Şâirin dizeleri ise gökyüzünde narin, ince yapısıyla “ ÖZGÜR, GÜLÜMSEYEREK, FARKINDALIK” ile ve “KIRMIZI” kıyafetiyle dans ediyordu.

“ Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı Hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl;
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakka tapan milletimin İSTİKLÂL.”


Süreyya Aktaş